Hislerim...
 
   Güneşe ve dağlara bakıyorum. Yemyeşil ağaçlarla kaplı bir koy. Yeleğim şişik, adeta uzanmışım suyun üzerine. Ufak dalgalar sahile deyiyor ve aynı anda çakıl taşları yuvarlanıyor... Bir müddet bu huzur dolu sesi dinliyorum. Şehir çok uzaklarda ve hatta aklıma bile gelmiyor. Çalan telefonlar, tatsız mesajlar, üzücü haberler, insanları kendi kendilerine yarattıkları savaşlar, kavgalar, anlamsız gerginlikler bir kaç saniye sonra yok olacak...  Şükrediyorum orada olduğum için. Ait olduğum Dünya beni bekliyor. Güneş yüzümü ısıtıyor ve sıcaklık tüm hücrelerime yayılıyor, rüzgar suyun üzerinden damlacıkları alıp yüzüme üflüyor. Binlerce kez ziyaret etmişim o gizemli derinlikleri ama yine de ürperiyorum. Yeleğin havasını boşaltıyorum ve evrende bir örneği daha olamayacak kadar süratle saniyeler içerisinde boyut değiştiriyorum...
 
   Artık yer çekimi yok, artık toprak üzerindeki sesler ve mücadele yok, artık sadece soluk alıp verişimi ve kabarcıklarımın su yüzeyine doğru yükselişini duyuyorum. Bir kez daha yüzeye doğru bakıyorum, güneş ışığı gözkyüzünden derinliklere saplanan oklar gibi yol gösteriyor bana... Güneş bile sualtının gizemi ve akılalmaz yüceliği karşısında eğilmiş... Yavaşça ve huzur içerisinde vuruyorum paletlerimi, adeta kayarak ilerliyorum kovukların, süngerlerin ve kayaların arasından... İlerledikçe derinleşiyor deniz ve deniz derinleştikçe yoğunlaşıyor duygularım... Bir süre sonra güneşin okları kayboluyor ve yerini hislerim alıyor. Tarifi mümkün değil bu hislerin, nasıl anlatsam ? Kısaca "olmam gereken yerdeyim aslında"... Artık güneşin rehberliğine de pusulalara da ihtiyacım yok, çünkü zaten evimdeyim. Hiç yabancı değilim süngerin üzerinde dinlenen lagosa, bakışıyoruz her zaman olduğu gibi. Suyun altında aldığım her nefes beni hayata biraz daha bağlıyor. "Keşke..." diyorum kendi kendime "keşke havam hiç tükenmese"...
 
   Paylaşmak istediklerim...
  
   Sizlere dalışı ve sualtıcılığı birkaç cümle ile anlatmak istiyorum. (Bunu yıllardır deniyorum ama başaramadım. Yine deneyeceğim.)
  
   Hani bir an gelir, bulunduğunuz yerden koşarak kaçmak istersiniz. Yaşadığınız hayatın tekdüzeliğinden, sürekli aynı konuları konuşup, sürekli aynı kısır döngü içerisinde gidip gelmekten yorulursunuz. İşte o zaman içinizden çok ama çok uzaklara gitmek ve hatta bazen farklı bir gezegende olmak geçer. Bu neredeyse olanaksızdır ve içinizi bir karamsarlık kaplar. O an gelir, dünyamızın dörtte üçünü oluşturan o uçsuz bucaksız okyanusları fark edersiniz. Denizin akciğerlerinizi dolduran o taptaze kokusunu hatırlarsınız. Büyüleyici mavi ve sonsuzluk gelir gözlerinizin önüne. Birden, dünyamızın aslında bir okyanus gezegeni olduğunu ve bizlerin de bu dünyanın çok küçük bir bölümünü oluşturan ufak kara parçaları üzerindeki beton yığınlarının arasında hapis bir yaşantı sürdürdüğümüzü fark edersiniz. Sanki uzaydaymış gibi yerçekimsizliği ve inanılmaz bir sessizlik ile dinginliği yaşayacağınız apayrı bir dünyayı ziyaret etmenin zamanı gelmiştir. “Denizlere dönmeliyim” diye haykırır ruhunuz. Ve tekne hareket eder… Beton yapılar arkanızda bıraktığınız köpüklerin de arkasında kalır ve görünmez olur bir süre sonra.

   Kekik kokusu ile yosun kokusunun bedeninizi okşayan bir esintiyle birlikte nefes alıp verişinizi değiştirdiği yemyeşil bir koya varırsınız ve kaptan demir atar… Küpeşteye yaslanırsınız. Elinizdeki çay bardağının sıcaklığı ile ruhunuzun sıcaklığı gözlerinizdeki ışıltıya yansır. İçiniz huzurla dolar. Dalış malzemelerinizi hazırlamaya başlarsınız. Birkaç dakika sonra evrende bir örneği daha görülmemiş bir hızla boyut değiştireceksiniz! O an gözünüzde canlandıkça içinizi bir huzur kaplamaya başlar. Suya girip, dağların yeşiline ve gökyüzünde uçan kuşlara bir kez daha bakarsınız ve dünyanın en güzel köşesine alçalmaya başlarsınız.

   Çok değil, birkaç metre indikten sonra meraklı gözleri ve tombul dudaklarıyla karşılar sizi orfoz….. Ürkektir ama yuvasına girmeden evvel size bir merhabayı çok görmeyecek kadar gerçektir ! Pırıl pırıl ışıldayan mercanlar ve rengârenk deniz tavşanları arasında yüzmeye başlarsınız. İçinize çektiğiniz her nefes sizi hayata daha da güçlü bağlar. Stres ve tüm sorunlar yukarıda kalmıştır. Bir süre sonra o mekânda misafir olduğunuzu ve bu eşsiz sualtı dünyasının ne kadar korunmaya muhtaç olduğunu fark edersiniz. Denize bakış açınız değişir. Gerçek dünyanın burası olduğu silinemez bir şekilde hafızanıza kazınır. Bir saat boyunca sadece hava kabarcıklarınızın yüzeye yükseliş sesini dinlersiniz. Artık yukarıya çıkma vakti gelmiştir. Son bir kez sualtından güneşe doğru bakarsınız. O anı, o görüntüyü yaşamayan bilemez, anlayamaz bu satırları. Kalbinizle ruhunuzun bir kez daha sımsıcak olduğunu hissedersiniz ve gözlerinizi alamazsınız bu manzaradan.

   Yavaş yavaş palet vururken yukarıya doğru yükselirsiniz ama her palet darbesiyle aşağıyı özlemeye başlarsınız. İçinizden bağırmak gelir: “İyi ki buradayım, iyi ki dalgıcım!” ... Dalış elbiselerinizi çıkarır ve sizi ısıtan güneşin altında minderinize uzanıp gökyüzünü seyretmeye başlarsınız, gözünüz ufka takılır, yüzünüzdeki tebessüme mani olamazsınız. İşte dalış ve sualtıcılık böyle bir şeydir. Ben bir dalış eğitmeni olarak çok şanslıyım; çünkü sizlere bu duyguları yaşatabilmek ve sizleri akıl almaz dünya ile buluşturabilmek imkânına sahibim. Zihinlerinizdeki soru işaretlerini yok edebilmeyi ve endişelerinizi cesarete çevirmeyi seviyorum.

  Ama maalesef yine beceremedim sualtıcılığı birkaç cümleye sığdırmayı ve galiba hiç beceremeyeceğim...

 

Asutay AKBAYIR 'ın özgeçmişi için tıklayınız...